Neler hissettiğimi yazarak açıklamak öyle zor ki.
Ben rostomu kaşıklarken, Rahibe Katherine de bekârlar bölümünü okuyor. Kundakçıları öneriyor. Hırsızları. Vergi kaçakçılarını. Sonra da “Muhtemelen bir tecavüzcüyle çıkmak istemezsin, en azından şu anda.
Hiç kimse o denli çaresiz değildir,” diyor.
Silahlı soygun ve ikinci dereceden adam öldürmekten tutuklu, yalnız adamları okurken duruyor ve sorun nedir diye soruyor. Elimi tutup bileğimdeki plastik bileklikte yazan adıma doğru konuşmaya başlıyor, şimdiden el mankeni oldum bile, yüzükler, plastik isim bileklikleri, öyle güzeller ki, İsa’nın gelini bile gözlerini bunlardan alamıyor.
“Ne hissediyorsun?” diye soruyor.
Harika.
“Aşık olmak istemiyor musun?” diyor.
Kafamdaki fotoğrafçı “Bana sabır ver,” diyor.
Flaş.
Bana kudret ver.
Flaş.
Durum şu ki, yüzümün yarısı yok.
Bandajların altında yüzüm hâlâ kanıyor, minik kan damlaları pamuk tamponlara yapışıyor. Doktor, şu her sabah uğrayıp bandajlarımı kontrol eden, yaralarımın hâlâ kanadığını söylüyor. Bunlar onun kelimeleri.
Hâlâ konuşamıyorum.
Artık bir kariyerim yok.
Sadece bebek maması yiyebiliyorum. Bir daha hiç kimse suratıma sanki büyük bir ödül kazanmışım gibi bakmayacak.
Bloknota “hiç” yazıyorum.
“sorun yok”
“Hiç ağlamadın,” diyor Rahibe Katherine, “iyice ağlayıp sonra da hayatına devam etmelisin. Bu konuda gereğinden fazla metin davranıyorsun.”
“güldürme beni, doktor gülünce yüzümün, yani yaraların kanayacağını söylüyo” yazıyorum.
Yine de en azından biri fark etti. Yani, baştan beri sakin olduğumu. Metanetin tablosu gibiydim. Asla ama asla paniğe kapılmadım. Kazadan hemen sonra kendi kanımın, sümüğümün ve dişlerimin arabanın ön camına yapıştığını gördüm ama izleyici olmadan histeri krizi geçirmek imkânsızdır. İnsanın kendi başına paniğe kapılması, boş bir odada kendi kendine gülme krizine tutulmasıyla aynıdır. İnsan kendini gerçekten aptal hisseder.