Ama ben, onların hiçbir zaman akıllarına getirmeyecekleri şeyleri düşünüyordum bazen. Bir uğultu olarak sürekli bacaklarımızın arasında dolaşan seks ve şiddet kavramlarını düşünüyordum. Neden hayatlarımızı bu denli etkilediklerini çözmeye çalışıyordum. Yüzlerce ihtimal düşüyordu aklıma. Ve bir gün, bir tanesi düştüğü yerden kalktı. Gerçekliğine inandığım tek ihtimal. Varsayımları vardı ancak, yürüttüğüm mantığın. Bir yaratıcı olduğunu kabul ediyordum en başta. Ve insanın içine iki tane içgüdü yerleştirdiğini düşünüyordum. Bütün bilinenlerin yanında iki tane daha. Ve bunlar, asıl insan aklını şekillendiren istekler uyandırıyordu içlerde. Gösterişli davranışlara yol açıyorlardı. İnsanın çevresini kana bulayan davranışlar. Seks ve şiddet! İnsanoğlunun hem en derininde, hem de en yüzeyinde yatan iki içgüdü... Ve yürüttüğüm mantık yoluna devam ediyordu. Zevkliydi seyretmesi ikisini de. Bugüne kadar milyarlarca dolar dökülmüştü ikisine de. Milyarlarca dolar çıkmıştı ceplerden, birkaç saniyesine tanık olabilmek için. Dergiler, kitaplar, filmler... Ve yaratıcı da zevk alıyordu bunları seyretmekten. Bir anahtar deliğinden seyreder gibi zevk alıyordu insanların birbirini düzüp öldürmelerinden. Röntgencilikti yaratıcıyı hayatı icat etmesine iten. Seyrediyordu yaptıklarımızı. Bunları anlamak için biraz televizyon seyretmek yeter... Biz insanlar, canımız acıdığı için medenîleşmiştik. İkisini de yaparken utandığımız için icat etmiştik yasaları, evlilikleri. Aslında yaratıcının hayalinde yoktu medenî bir dünya. Biz istemiştik suların durulmasını. Kanın durmasını. Başımız ağrımaya başladığı için kadınların orgazm çığlıklarını duymaktan, yavaşlatmak için tecavüzleri, inşa etmiştik hapishaneleri. Biraz televizyon seyretmek yeter. Birkaç saat. Fazla değil!.. Zor değil, insanın dünyanın sonu olduğunu anlamak!
Altı milyarlık bir seks ve şiddet bahçesi. Altı milyarlık bir gaz odası... Gerçekçi olalım! İyi bir gösteriyiz bizi seyredene. Onun için ölüp ölüp doğuyoruz. Gösteri devam etsin diye!
Kalsam - Cahit Zarifoğlu
Kalsam,
Sığdıramam
Bu
deli maviyi ihanet kokan soluğuna
Metropollerin.
Üşür
gözlerimde yediveren tomurcuk,
Yedi
göğün yıldızları.
Yüreğimde
bir maral ağlar,
Hangi
suya eğilsem.
Ellerimin
Dikiş
tutmazlığı
Ellerine
teyellenmişken,
Bağlıydım
hayata
Ama
şimdi
Çözüldüm
her anlamda.
Tırnaklarım
etimden ayrıldı çünkü.
Çünkü
beklenenden tez düştü ak’lar çocuk sakallarıma .
Çünkü
kırıldım saç uçlarıma kadar!
Ve.
Haziran
gibiydi çocuklar, yakmayan sıcaklıklarıyla
Yüzlerinde
yüzlerce iklim,
Alabildiğine
savunmasız, ürkek ve masum .
Ve
böyle temizken hayat ne büyük günah işledik büyümekle.
Hani
diyorum ya ; umuda gülümse hep,
Aç
gözlerini, yosun tutmuşsa da zaman, aldırma!
Sen,
çoktan kapamışsın gözlerini,
Yüzünde
buruk bir gülümseyişi hediye bırakarak.
Artık çıkarım
bulanık köpüklü dalgalardan.
Ağlamam
bu sefer inan,
Yıkıldığında
kumdan şatolarım.
Hem
artık güneş çizmeyi öğrendim.
Gözlerime
hükmetmeyi, susmayı, tırnağımı daha derinden koparıp,
Hıçkırıklarımı
tam sol yanımda yok etmeyi.
Gizlemeyi
ama bi yağmurda geçmiyor söz işte,
Yüreğime.
O
ağlıyor ben damlıyorum .
Bakma
büyümüş gibi yapıyorum.
Edip Cansever - Phoenix
Ben orda, akşamına orospular dadanan
Camlarında pis sinekler gezinen, ben orda
Eskimiş bir tutuşla şarabını içiyor
Kadınlarda ölüyor kadınsız bakışlarla
Başıyla öne düşmüş yüreğiyle beraber
Ya Tanrıya inanır ya da isyana.
Kimseye vermiyor ki acılardan artarsa
Kuytular çıkarıyor sevişmeler onlardan
Bu nasıl bir bakış ki dünyaya intiharla
Ya da hep kar yağıyor da düşünmesi siyahtan
Öyle ya kim sevişirdi acıları olmasa
Kim bakardı uzağa köpekleri saymazsam.
Orası bir ölümdür şarabımı doyuran
Ölünen yüzler gibi bir bütündür adamlar
Vaftizi gün ışığında bir garip protestan
Tanrısıyla sevişir, herkes bilir sevişmeyi o kadar
Kim ne derse desin ben bu günü yakıyorum
Yeniden doğmak için çıkardığım yangından.
Nietzsche - Kısır Döngü
Kaos her an zihnimizdeki çalışmasını sürdürür: burada kavramlar, imgeler, duygular rastlantısal olarak yan yana gelmişlerdir ve karmakarışık bir biçimde atılmışlardır.
Böylece zihni şaşırtan yakınlıklar yaratılır: zihin benzer bir şeyler anımsar, oradaki tadı hisseder, alıkoyar ve sanatına ve bilgisine göre her ikisini de özümser.
Burası yeni bir şeyin, en azından insan bakışının götürdüğü uzaklığa kadar düzenlendiği dünyanın son küçük parçasıdır.
Sonuç olarak burada aslında dünyanın oluşu içinde hala benzeri olmayan yeni bir kimyasal birleşim söz konusudur
Böylece zihni şaşırtan yakınlıklar yaratılır: zihin benzer bir şeyler anımsar, oradaki tadı hisseder, alıkoyar ve sanatına ve bilgisine göre her ikisini de özümser.
Burası yeni bir şeyin, en azından insan bakışının götürdüğü uzaklığa kadar düzenlendiği dünyanın son küçük parçasıdır.
Sonuç olarak burada aslında dünyanın oluşu içinde hala benzeri olmayan yeni bir kimyasal birleşim söz konusudur
Cahit Zarifoğlu - Çölde Gizli Bezginler
bir çiçek bahçesinde geçeye durgun kalışın yağmur sıcağı
gibi
öptüm sonsuz gidişinden. Saçlarının seyriyle seni
yollan aşklara davul çalıp çağrılmış yalnızlarla dolduran
akrepleridir duygunun.. Karanlık ordulara güneşsiz
sokulan
bunlar canlanınca ne ateş kirli taşlar ne böcek
şakakların sıcağında kuytu bir ses büzülüp ölecek
sabahsız kuşlara koşarsa durur mu evreni omuzlarında
bahar şenlikleriyle. Sürdüren ellerini yangın borularında
şaşkınlıkla başladı bu atlar bu savaşlar insan
buluşlarından
burda biter düğün. Gidilir mi evin soğuğuna çölün
sıcağından
gemilerimiz saklanır. Ağzımızda bir aşk kaçışı vardır
buluşmalann
saplandık tadına. Durduk alnında yüreğe vuruşlann
yollar sellere gider. Açılır parklar artık kuşlar dağılır
bir aşkı gözyaşlanyla bulvara çağırmak hiç keseye mi
kalır
çizildi yalnızlar. Senin gelişin ne de süvari köprünün
diplerinde
geçer üstümüzden yağmur alan donanmalar. Kürek
sesleriyle
koşu bitince aşk bir yorulmadır kaçılmaz kırbacından
sayüir günü geçmiş anlar boşalan hangi tüfeğin
arkasından
oturur iki bakış ormanından gerilip bir masayı kollar
uzayıp uzaya giden akrebe katlamp zincire gelmeyen
yolcular
bu bizim sesimiz denizlere ateş gibi eller ‘açılır ortasından
su konuşmaz toplanmaz kuşlar. Ne kazandık
yaşamamızdan
biz harcandık anam hem kelimesiz kapandık
sevgi ektik. Sonsuz seçtik. Beğendik. Ama toprağı
kazandık
Sevinçle kaçın kurtulun ölümlerinizle. Yalnızlıkla ben
kaldım
sevindiniz işte alin koşturun. Aha size son atım
Bir Düşün İçinde Düş - Edgar Allan Poe
Alnına konsun bu öpüş
Ve,şimdi senden ayrılırken,
İtiraf edeyim ki
Günlerimi bir düş
Sayarken yanılmıyorsun;
Ama ,Umut gitmişse uzaklara
Bir gece ya da bir gün
Bir görüntüde ya da bir şeyde olmaksızın
Fark eder mi bu yüzden?
Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz
Yalnızca bir düşün içinde bir düş.
Kırılan dalgaların dövdüğü bir kıyının
Haykırışları içinde duruyorum:
Ve altın kum taneleri tutuyorum avucumda
Ne kadar az! Ama nasıl da
Süzülüyorlar parmaklarımın arasından derinlere
Ben ağlarken- ben ağlarken!
Ah Tanrım! Daha sıkı
Tutamaz mıyım onları?
Ah Tanrım! Tekini bile kurtaramaz mıyım acımasız dalgadan?
Bir düşün içinde bir düş mü
Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz?
Milena'ya Mektuplar - Kafka
Durumumuz aşağı yukarı şöyle. Ben. bir yerlerde, pis bir çukurda yaşayan (çukurun pisliği benim orada oluşumdan), ormanları tanımayan yabanıl bir hayvandım. Birden seni gördüm ışıklar içinde, aydınlıkta, o güne değin gördüğüm en güzel şeyi, seni: Unuttum olup bitenleri, kendimi unuttum, kalktım ayağa, sana yöneldim. . Bu yeni, bu ülküsel özgürlük içinde kuşkuluyum gene de, ama yaklaştım, yanındayım artık... Öylesine iyi dav i andın ki, hakkım varmış gibi sokuldum sana, yuzurnu gözümü ellerine sürdüm, mutluydum, her şeyden kopmuştum artık, böbürleniyordum da, kendimi güçlü duyuyordum, evimde gezer gibiydim. (Durmadan bu ev sözü.) Oysa yabanıl bir hayvandım, benim yerim ormandı, ancak senin bağışınla yaşayabilirdim bu aydınlıkta Unutmuştum olup bitenleri, ama başıma gelecekitii gözlerinde görmüştüm. Süremezdi ki... Okşuyordun benî, ama, görecektin yabansı yanlarımı, gerçek ülkemi yadsıyamazdım, ormanı anımsatacaktım sana. Derken önüne seçilemeyen, kaçınılması güç tartışmalar başladı korku" başlıca konumuz oldu.
Beni (senide boş yere) yiyip bitiriyordu korku, günden güne büyüyordu Ne kötü, ne pisti bu üzüntüler; sana hiçte engel oluyordum Max'la olan anlaşmamız, Gmünd'deki durumumuz, sonra Jarmila karşılaşmasındaki yanlış yorumlama, şimdi de V.'nin alıkça, kabaca vurdumduymazlığı ve bir sürü şey daha girdi araya. Kendime gelir gibiyim, anımsadım kim olduğunu... Avunacak bir şeyler de bulamıyorum gözlerinde artık. Düşlerde çekilen karabasanları çekiyorum. (Hani yabancı bir yerde evindeymiş gibi salınır kişi?) Bu korkuyu gerçekten çekiyorum Milena... Dönmeliyim, karanlığa dönmeliyim, dayanamıyorum güneşe.
Umut kırıklığına uğramış, yolunu şaşırmış bir hayvan gibiyim; kaçıyorum, gücümün yettiği kadar koşarak kaçıyorum artık, ama yalnız şunu düşünerek kaçıyorum: "Onu da birlikte götürebilsem" diyorum, "onun olduğu yerde karanlık olur mu hiç?" Günlerin nasıl geçiyor, diyorsun, böyle işte! Mektubun geldiğinde, ben sana mektup göndermiştim bile. "Korku", "kuşku" falan, filan bir yana -tiksinç olduğundan değil, midem dayanıksız da ondan - evet, her şey bir yana, gene de senin söylediğin gibi güç değil belki de. Anlatmaya çalışayım: Kişi kendi yetersizliğini ister istemez çekmek zorundadır, bu zorunluğu hep duyar, ama iki kişinin yetersizliğine boyun eğmek zorunda değildir! Gözlerimiz ne güne duruyor? Kör edebiliriz onları, yüreğimizi de çekip atarız! Yok, yok o kadar da değil, biraz büyükseme, biraz yalan var bunda; zaten her şeyi büyüksüyorsun.. Yalnız önem büyüksenemez.. O var Milena, onun oluşu gerçek işte. Gene de özlem için edilen gürültü patırtı kadar büyük değil özlemin kendisi. Saçma bulacaksın, ama değil! Bak: "En çok seni seviyorum" diyorum, ama gerçek sevgi bu değil belki. "Sen bir bıçaksın, ben dedurmadan içimi deşiyorum o bıçakla" dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki. "Sizin sevmeye gücünüz yetmez." demiştin bana Milena; "insan'la "hayvan"ın arasındaki ayrıntıyı ortaya koymaya yetmez mi bu?
Neler oluyor, ya da neler olduğunu iyice anlayamıyorsun Milena, ben bile anlayamıyorum; bir coşkunluk karşısında ürperiyorum, aklımı yitirecek kadar üzülüyorum, gene de bilmiyorum ne oluyor, ne olacak! Bir tek şey biliyorum: Gürültü, patırtı istemiyorum, karanlık olsun istiyorum, bir yerlere gizleneyim diyorum, bunu istiyorum işte, bunu arıyorum, bunun ardından gideceğim, elimde değil.
Bu coşma, bir volkan patlaması gibi bir şey olduğuna göre geçecek elbet, yarı yarıya geçti de sayılır, ama bu coşmayı sağlayan güçler içimde var daha, hep vardı, hep de olacak; yaşamım buna bağlı, bu anlatılamayan korkulara bağlı yaşamım, onlar yok olunca ben de yok olurum; benim de payıma bu düşmüş, yitirirsem bu yanımı vazgeçerim yaşamaktan, gözlerimizin doğal kapanışı gibi ben de kolayca yaparım bu işi. Beni tanıdığından beri böyle değil miydim?
Böyle olmasaydım çevirip başını bakar miydin bana? Geçtiğine göre, bu yeni durumumda rahat, mutlu ve sevinçli olmam gerekmez mi? Ama değil, gerçeğe çok yakın olduğu halde değil (bu olayı yaşamış olmanın sevinci içindeyim, bu gerçek, bir bakıma da mutluyum, ama rahatım diyemem, bu uymuyor gerçeğe), çünkü hep korkacağım, korkuyu hep ben çekeceğim.
Nişanlanmalarımla buna benzer olaylara dokunmuşsun; doğru, sıradan şeylerdi, acısı değil, ama etkisi sıradandı. Sanki, baştan savma bir yaşam yaşanmış da, birden bundan ötürü cezalandırılması gerekiyor kişinin, ceza olarak da bir mengeneye sokuyorlar adamın başını, şakaklarını sıkmaya başladıkça dilin çözülüyor, konuşuyorsun: "Vazgeçmem bu değersiz yaşamdan, sürdüreceğim diyorsun, ya da "peki, vazgeçiyorum..." diyorsun. Vazgeçiyorum diye öyle bir bağırırsın ki, ciğerlerin sökülür sanki.
Bu davranışımı da öteki eski şeylerle bir tutmakta haklısın, ben hep o insanım... Hep eş şeyler etkiler beni... Ama toy değilim artık, görgüm arttı, açıklamada bulunmak için sokturmam kafamı mengeneye, daha önce basarım yaygarayı, uzaktan görünce başlarım bağırmaya... Gözüm açıldı artık, hayır, hayır daha yeterince açılmadı! Gene de sana karşı olan davranışımda değişik bir yan var: Kendimi ve seni düşünerek yalan söylemiyorum sana (kimseye davranmadım bu türlü), sonra da gerçeği gene senden öğreniyorum. "Beni bırakma" diye yakarmamı ele alıp, acı acı yakınıyorsan, Milena, haksızlık edersin. Bugün de bu konuda değişmiş bir şey yok. Senin ateşinle yaşıyordum (bunu da öyle olağanüstü bir göklere çıkarma sayma, bu ateşte yaşayabilmek herkesi mutlu kılar), yerden kesilmişti ayaklarım, uçuyordum; işte bu korkutuyordu beni, nedenini bilmeden korkuyordum, ne kadar havalandığımı bilmediğim için korkuyordum belki. İyi değildi bu durumum, ne benim için, ne de senin için iyi idi. Nitekim doğru bir söz, söylenmesi gereken doğru bir söz yetti beni sarsmaya, sendeledim, derken bir söz daha, tepesi üstü yuvarlanıyorum artık, gene de çok ağır oluyor, ayaklarım kim bilir ne zaman yere değecek? Söylenen bu "doğru sözlerin" neler olduğunu yazmayacağım, örnek vermek istemiyorum, hem neye yarar? Büsbütün allak bullak eder
Beni (senide boş yere) yiyip bitiriyordu korku, günden güne büyüyordu Ne kötü, ne pisti bu üzüntüler; sana hiçte engel oluyordum Max'la olan anlaşmamız, Gmünd'deki durumumuz, sonra Jarmila karşılaşmasındaki yanlış yorumlama, şimdi de V.'nin alıkça, kabaca vurdumduymazlığı ve bir sürü şey daha girdi araya. Kendime gelir gibiyim, anımsadım kim olduğunu... Avunacak bir şeyler de bulamıyorum gözlerinde artık. Düşlerde çekilen karabasanları çekiyorum. (Hani yabancı bir yerde evindeymiş gibi salınır kişi?) Bu korkuyu gerçekten çekiyorum Milena... Dönmeliyim, karanlığa dönmeliyim, dayanamıyorum güneşe.
Umut kırıklığına uğramış, yolunu şaşırmış bir hayvan gibiyim; kaçıyorum, gücümün yettiği kadar koşarak kaçıyorum artık, ama yalnız şunu düşünerek kaçıyorum: "Onu da birlikte götürebilsem" diyorum, "onun olduğu yerde karanlık olur mu hiç?" Günlerin nasıl geçiyor, diyorsun, böyle işte! Mektubun geldiğinde, ben sana mektup göndermiştim bile. "Korku", "kuşku" falan, filan bir yana -tiksinç olduğundan değil, midem dayanıksız da ondan - evet, her şey bir yana, gene de senin söylediğin gibi güç değil belki de. Anlatmaya çalışayım: Kişi kendi yetersizliğini ister istemez çekmek zorundadır, bu zorunluğu hep duyar, ama iki kişinin yetersizliğine boyun eğmek zorunda değildir! Gözlerimiz ne güne duruyor? Kör edebiliriz onları, yüreğimizi de çekip atarız! Yok, yok o kadar da değil, biraz büyükseme, biraz yalan var bunda; zaten her şeyi büyüksüyorsun.. Yalnız önem büyüksenemez.. O var Milena, onun oluşu gerçek işte. Gene de özlem için edilen gürültü patırtı kadar büyük değil özlemin kendisi. Saçma bulacaksın, ama değil! Bak: "En çok seni seviyorum" diyorum, ama gerçek sevgi bu değil belki. "Sen bir bıçaksın, ben dedurmadan içimi deşiyorum o bıçakla" dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki. "Sizin sevmeye gücünüz yetmez." demiştin bana Milena; "insan'la "hayvan"ın arasındaki ayrıntıyı ortaya koymaya yetmez mi bu?
Neler oluyor, ya da neler olduğunu iyice anlayamıyorsun Milena, ben bile anlayamıyorum; bir coşkunluk karşısında ürperiyorum, aklımı yitirecek kadar üzülüyorum, gene de bilmiyorum ne oluyor, ne olacak! Bir tek şey biliyorum: Gürültü, patırtı istemiyorum, karanlık olsun istiyorum, bir yerlere gizleneyim diyorum, bunu istiyorum işte, bunu arıyorum, bunun ardından gideceğim, elimde değil.
Bu coşma, bir volkan patlaması gibi bir şey olduğuna göre geçecek elbet, yarı yarıya geçti de sayılır, ama bu coşmayı sağlayan güçler içimde var daha, hep vardı, hep de olacak; yaşamım buna bağlı, bu anlatılamayan korkulara bağlı yaşamım, onlar yok olunca ben de yok olurum; benim de payıma bu düşmüş, yitirirsem bu yanımı vazgeçerim yaşamaktan, gözlerimizin doğal kapanışı gibi ben de kolayca yaparım bu işi. Beni tanıdığından beri böyle değil miydim?
Böyle olmasaydım çevirip başını bakar miydin bana? Geçtiğine göre, bu yeni durumumda rahat, mutlu ve sevinçli olmam gerekmez mi? Ama değil, gerçeğe çok yakın olduğu halde değil (bu olayı yaşamış olmanın sevinci içindeyim, bu gerçek, bir bakıma da mutluyum, ama rahatım diyemem, bu uymuyor gerçeğe), çünkü hep korkacağım, korkuyu hep ben çekeceğim.
Nişanlanmalarımla buna benzer olaylara dokunmuşsun; doğru, sıradan şeylerdi, acısı değil, ama etkisi sıradandı. Sanki, baştan savma bir yaşam yaşanmış da, birden bundan ötürü cezalandırılması gerekiyor kişinin, ceza olarak da bir mengeneye sokuyorlar adamın başını, şakaklarını sıkmaya başladıkça dilin çözülüyor, konuşuyorsun: "Vazgeçmem bu değersiz yaşamdan, sürdüreceğim diyorsun, ya da "peki, vazgeçiyorum..." diyorsun. Vazgeçiyorum diye öyle bir bağırırsın ki, ciğerlerin sökülür sanki.
Bu davranışımı da öteki eski şeylerle bir tutmakta haklısın, ben hep o insanım... Hep eş şeyler etkiler beni... Ama toy değilim artık, görgüm arttı, açıklamada bulunmak için sokturmam kafamı mengeneye, daha önce basarım yaygarayı, uzaktan görünce başlarım bağırmaya... Gözüm açıldı artık, hayır, hayır daha yeterince açılmadı! Gene de sana karşı olan davranışımda değişik bir yan var: Kendimi ve seni düşünerek yalan söylemiyorum sana (kimseye davranmadım bu türlü), sonra da gerçeği gene senden öğreniyorum. "Beni bırakma" diye yakarmamı ele alıp, acı acı yakınıyorsan, Milena, haksızlık edersin. Bugün de bu konuda değişmiş bir şey yok. Senin ateşinle yaşıyordum (bunu da öyle olağanüstü bir göklere çıkarma sayma, bu ateşte yaşayabilmek herkesi mutlu kılar), yerden kesilmişti ayaklarım, uçuyordum; işte bu korkutuyordu beni, nedenini bilmeden korkuyordum, ne kadar havalandığımı bilmediğim için korkuyordum belki. İyi değildi bu durumum, ne benim için, ne de senin için iyi idi. Nitekim doğru bir söz, söylenmesi gereken doğru bir söz yetti beni sarsmaya, sendeledim, derken bir söz daha, tepesi üstü yuvarlanıyorum artık, gene de çok ağır oluyor, ayaklarım kim bilir ne zaman yere değecek? Söylenen bu "doğru sözlerin" neler olduğunu yazmayacağım, örnek vermek istemiyorum, hem neye yarar? Büsbütün allak bullak eder
Şebnem Şibumi’ye Mektup - V
Yalnızlık deliliğin hammaddesidir
Şebnem, ipek fiyongu gülüşlü, kiraz şarkıcı bakışlı, sıcak leylak şurubu sesli yarim; sensiz bu defolu evrende, kit sonsuzluğun cefasını çekemiyorum.
Rodin’in bücürük heykeli gibi gece gündüz seni düşünüyorum.
Gezegenimizde hayat olduğunun en sağlam kanıtı sendin şebnem…
Bulutlar üstümden kesekler halinde geçiyor; toz toprak ve kumlar dökerek… yağmur yerine çöl yağıyor.
Allah, beyaz rengi daha iyi tanıyalım diye mi yarattı seni?
içinde kemik biçiminde nur çubukları mı var şebnem? yüzündeki ışık nereden geliyor?
Gözlerindeki ayet derinliğini, hayrına tefsir etsen ya?
Şebnem… ayak parmaklarının aralarına papatyalar kondurayım yeter.
Şebnem galiba kendimizi tam olarak tanıyamadığımız için, hayat ilginçliğini koruyor.
Giderek, beigbeder’nin romanlarında tiplere benziyorum; fiyakalı ve aptal, enerjik ve dengesiz, samimi ve hoyrat…
Allah insanin mayasına ne katmışsa, bazı şeyleri asla ifade edemeyiz.
Bunu bilmek ya da sezmek bizi ‘inanmaya’ yöneltir.
Kur’an’da “allah kalplerde olanı bilir” yazıyor.
Çoğu kimse bu ayeti söyle anlıyor: “allah sizin gizlediklerinizi biliyor.” bence ayetin asıl anlamı şu: “kalbinizde olup da hiç kimseye anlatmayı başaramadığınız, dile getirilmesi imkansız bir şey var ya, işte allah onu biliyor, üzülmeyin.” nitekim bir başka ayette de “allah’tan daha iyi dost mu bulacaksınız?” deniliyor.
Deli, dostunu bulamayan kimsedir. yalnızlık, deliliğin hammaddesidir.
Bir muhatap bulunca, deliliğin çemberinden çıkarız.
Mesela kendimi mum sanıyor olsaydım ve biri de cereyanlar kesilince beni yaksaydı, delilikten yırtardım.
Yine de insana istiyor ki, bir kişiyle olsun bu ‘kalpteki sır’, daha doğrusu ‘kalbin sırrı’ konusunda anlaşabilsin. birisi “evet” desin, “seni anlıyorum. aynı der bende de var.”
Şebnem bu akşam seni o ıskarta haydutla el ele, dudak dudağa gördüm.
Üç günlük dünyanın üçüncü günündeyim, dilime ilik acildi, düğme dikildi, deli raporumun fotokopisi kulağıma zımbalandı sanki.
Şebnem kaderin uçurumlu virajında nasibim ile kısmetim çarpışıp havaya uçtu.
İki üzüm gibi birbirine dikkatle bakıyordunuz.
Güzelliğin, her şeyi gölgede bırakmıştı yine.
İlahi bir isin oyunu gibiydin.
Şebnem, o adam gönül işleri bakanlığı heyeti’ni katletti.
Benim aşkımı tedavülden kaldırmak, kendi saltanatına start verebilmek için yirmi iki kişiyi bir anda öldürdü.
Kim bilir sana ne yalanlar söylüyor şebnem.
Beni ve arkadaşımı beysbol sopalarıyla dövdürdü.
İnan seni başkasıyla gördükten sonra, dayağı hissetmedim bile.
Şebnem, maktulleri diriltemem belki fakat katillerin neşesini kaçırabilirim.
Şebnem seninle hayatlarımızı birleştirecektik, sevinçten hintçe şarkılar söyleyecektik, o insan kasabı aşkımızı gasp etti…
Şebnem bu, ameliyat sırasında cerrahın ölmesine benziyor.
Şebnem, haberin olsun, hayati tehlike’nin o kaygan sırıtışını yakacağım.
Şebnem, ipek fiyongu gülüşlü, kiraz şarkıcı bakışlı, sıcak leylak şurubu sesli yarim; sensiz bu defolu evrende, kit sonsuzluğun cefasını çekemiyorum.
Rodin’in bücürük heykeli gibi gece gündüz seni düşünüyorum.
Gezegenimizde hayat olduğunun en sağlam kanıtı sendin şebnem…
Bulutlar üstümden kesekler halinde geçiyor; toz toprak ve kumlar dökerek… yağmur yerine çöl yağıyor.
Allah, beyaz rengi daha iyi tanıyalım diye mi yarattı seni?
içinde kemik biçiminde nur çubukları mı var şebnem? yüzündeki ışık nereden geliyor?
Gözlerindeki ayet derinliğini, hayrına tefsir etsen ya?
Şebnem… ayak parmaklarının aralarına papatyalar kondurayım yeter.
Şebnem galiba kendimizi tam olarak tanıyamadığımız için, hayat ilginçliğini koruyor.
Giderek, beigbeder’nin romanlarında tiplere benziyorum; fiyakalı ve aptal, enerjik ve dengesiz, samimi ve hoyrat…
Allah insanin mayasına ne katmışsa, bazı şeyleri asla ifade edemeyiz.
Bunu bilmek ya da sezmek bizi ‘inanmaya’ yöneltir.
Kur’an’da “allah kalplerde olanı bilir” yazıyor.
Çoğu kimse bu ayeti söyle anlıyor: “allah sizin gizlediklerinizi biliyor.” bence ayetin asıl anlamı şu: “kalbinizde olup da hiç kimseye anlatmayı başaramadığınız, dile getirilmesi imkansız bir şey var ya, işte allah onu biliyor, üzülmeyin.” nitekim bir başka ayette de “allah’tan daha iyi dost mu bulacaksınız?” deniliyor.
Deli, dostunu bulamayan kimsedir. yalnızlık, deliliğin hammaddesidir.
Bir muhatap bulunca, deliliğin çemberinden çıkarız.
Mesela kendimi mum sanıyor olsaydım ve biri de cereyanlar kesilince beni yaksaydı, delilikten yırtardım.
Yine de insana istiyor ki, bir kişiyle olsun bu ‘kalpteki sır’, daha doğrusu ‘kalbin sırrı’ konusunda anlaşabilsin. birisi “evet” desin, “seni anlıyorum. aynı der bende de var.”
Şebnem bu akşam seni o ıskarta haydutla el ele, dudak dudağa gördüm.
Üç günlük dünyanın üçüncü günündeyim, dilime ilik acildi, düğme dikildi, deli raporumun fotokopisi kulağıma zımbalandı sanki.
Şebnem kaderin uçurumlu virajında nasibim ile kısmetim çarpışıp havaya uçtu.
İki üzüm gibi birbirine dikkatle bakıyordunuz.
Güzelliğin, her şeyi gölgede bırakmıştı yine.
İlahi bir isin oyunu gibiydin.
Şebnem, o adam gönül işleri bakanlığı heyeti’ni katletti.
Benim aşkımı tedavülden kaldırmak, kendi saltanatına start verebilmek için yirmi iki kişiyi bir anda öldürdü.
Kim bilir sana ne yalanlar söylüyor şebnem.
Beni ve arkadaşımı beysbol sopalarıyla dövdürdü.
İnan seni başkasıyla gördükten sonra, dayağı hissetmedim bile.
Şebnem, maktulleri diriltemem belki fakat katillerin neşesini kaçırabilirim.
Şebnem seninle hayatlarımızı birleştirecektik, sevinçten hintçe şarkılar söyleyecektik, o insan kasabı aşkımızı gasp etti…
Şebnem bu, ameliyat sırasında cerrahın ölmesine benziyor.
Şebnem, haberin olsun, hayati tehlike’nin o kaygan sırıtışını yakacağım.
Şebnem Şibumi’ye Mektup - IV
Rüyanda başrolde değilsen, kabus görüyorsun demektir
Şebnem; ceylanların, kuğuların sınıf arkadaşı, cıvıltılı cimcime, bal şelalesi; şövalye olsaydım, senin şehrine hücum etseydim, dudaklarını görünce kılıcımı düşürür, atımdan düşerdim. Hiçbir zaferin erişemeyeceği tatta bir yenilgi olurdu…
Ellerin… boğumları kudretten zarafet yüzükleri gibi.
İnsan kıyamaz dokunmaya.
Avuçların desenli kurabiyeler benziyor.
Öpsem, ağzımda şeker tadı bırakacak, kesin.
Parmakların ucunda tırnakların küçük deniz kabukları gibi parlıyor şebnem…
Rüyanda başrolde değilsen, kabus görüyorsun demektir.
Bir kerecik buluşalım, yeniden hayatımın başrolünde olayım.
Kalbimden mezarlık dumanları yükselse de ziyanı yok.
Şebnem, bak, hasretten bütün günahlarım döküldü. hacdan yeni gelmiş gibi hafifledim.
Şebnem, uçsuz bucaksız bir cayırda buluşalım.
Başını dizlerime koy.
Sevincimden çimlere kırağı düşürürüm.
Senden sinyal beklemek, dünya dişi uzayda yaşam belirtileri aramak gibi; acayip sancılı.
İnsan, nelere katlanmak zorunda kalacağını önceden kestiremiyor.
Göze aldığımız risklerden, tehlikelerden çok daha fazlası çıkıyor karşımıza.
Bakışların, cennetin eşiğinde sorulan bilmeceler gibiydi şebnem.
Artık hayatimin normale dönmesi imkansız,
Şebnem, sen saklanınca ağaçların içi boşaldı, kuşlar iskelete döndü, deniz pıhtılaştı, gökyüzü felç oldu, bulutlar kireç bağladı, asfaltlar eriyor, minareler yamuldu; istanbul, haşlanmış lahana gibi kendini saldı.
Şebnem seni manyaklar gibi özledim, iç içe geçmiş kafeslerin ortasında gibiyim.
Şebnem, adın dilimin ortasına yuva yapmış guguk kuşu gibi, ne zaman ağzımı açsam, uçuveriyor. hasretin gecenin mimarisi oldu, temelli, sütunları, kubbesi.
Seni sevmek, göğüs kafesimde bir gökdelen jeneratörü taşımakla aynı şey şebnem.
Şebnem senin için buffalolar kurban edeyim, yağmur ormanlarını yakayım, tabiatla kanlı bıçakla olayım.
Şebnem tornavidayla dağlara oyuklar, mağaralar açayım, çölü avuç avuç başka yere taşıyayım.
Şebnem, bir öpücük ver, sonra yurdun dört başına örülü demir ağları söküp trenleri karadan yürüteyim.
Türk kızılayı’na kan vereyim, oradan da altı nokta körler derneği’ne gideyim., körlere sesleneyim: “arkadaşlar, dünyanın kepazeliğini görmediğiniz için evet şanslısınız, fakat şebnem’in güzelliğini görmek için ölüp cennete gitmeniz gerekecek. sıkın dişinizi.“
Öpüyorum gülüşünün bütün kıyılarını.
Şebnem; ceylanların, kuğuların sınıf arkadaşı, cıvıltılı cimcime, bal şelalesi; şövalye olsaydım, senin şehrine hücum etseydim, dudaklarını görünce kılıcımı düşürür, atımdan düşerdim. Hiçbir zaferin erişemeyeceği tatta bir yenilgi olurdu…
Ellerin… boğumları kudretten zarafet yüzükleri gibi.
İnsan kıyamaz dokunmaya.
Avuçların desenli kurabiyeler benziyor.
Öpsem, ağzımda şeker tadı bırakacak, kesin.
Parmakların ucunda tırnakların küçük deniz kabukları gibi parlıyor şebnem…
Rüyanda başrolde değilsen, kabus görüyorsun demektir.
Bir kerecik buluşalım, yeniden hayatımın başrolünde olayım.
Kalbimden mezarlık dumanları yükselse de ziyanı yok.
Şebnem, bak, hasretten bütün günahlarım döküldü. hacdan yeni gelmiş gibi hafifledim.
Şebnem, uçsuz bucaksız bir cayırda buluşalım.
Başını dizlerime koy.
Sevincimden çimlere kırağı düşürürüm.
Senden sinyal beklemek, dünya dişi uzayda yaşam belirtileri aramak gibi; acayip sancılı.
İnsan, nelere katlanmak zorunda kalacağını önceden kestiremiyor.
Göze aldığımız risklerden, tehlikelerden çok daha fazlası çıkıyor karşımıza.
Bakışların, cennetin eşiğinde sorulan bilmeceler gibiydi şebnem.
Artık hayatimin normale dönmesi imkansız,
Şebnem, sen saklanınca ağaçların içi boşaldı, kuşlar iskelete döndü, deniz pıhtılaştı, gökyüzü felç oldu, bulutlar kireç bağladı, asfaltlar eriyor, minareler yamuldu; istanbul, haşlanmış lahana gibi kendini saldı.
Şebnem seni manyaklar gibi özledim, iç içe geçmiş kafeslerin ortasında gibiyim.
Şebnem, adın dilimin ortasına yuva yapmış guguk kuşu gibi, ne zaman ağzımı açsam, uçuveriyor. hasretin gecenin mimarisi oldu, temelli, sütunları, kubbesi.
Seni sevmek, göğüs kafesimde bir gökdelen jeneratörü taşımakla aynı şey şebnem.
Şebnem senin için buffalolar kurban edeyim, yağmur ormanlarını yakayım, tabiatla kanlı bıçakla olayım.
Şebnem tornavidayla dağlara oyuklar, mağaralar açayım, çölü avuç avuç başka yere taşıyayım.
Şebnem, bir öpücük ver, sonra yurdun dört başına örülü demir ağları söküp trenleri karadan yürüteyim.
Türk kızılayı’na kan vereyim, oradan da altı nokta körler derneği’ne gideyim., körlere sesleneyim: “arkadaşlar, dünyanın kepazeliğini görmediğiniz için evet şanslısınız, fakat şebnem’in güzelliğini görmek için ölüp cennete gitmeniz gerekecek. sıkın dişinizi.“
Öpüyorum gülüşünün bütün kıyılarını.
Şebnem Şibumi’ye Mektup - III
Kalbin darmadağın olunca, kafan da karışır
Şebnem, italyan kahvesine batırılmış irlanda çöreğim; çöpten metal kutular toplayan zombi gibiyim.
Şebnem peynirsiz labirentte dönüp duran fare gibiyim.
Şebnem beynim bulaşık teline döndü.
Sana olan duygularımı mesafe, boşluk, bildiğin hiçlik mayalıyor.
Bazı konuları açıklığa kavuşturmak için çenemi tutmam ve birtakım sonuçlar elde etmek için de hiçbir şey yapmamam gerekirdi.
Asmaların başında nöbet tutmak, üzümlerin olgunlaşmasını sağlamıyor.
Saatin akrebinden hız beklememeliyim.
Tüm umudumu hayırlara vesile olan aksaklıklar, 12’den vuran yanlış anlamalar ve sorunları halleden hatalara bağladım.
Dünyada sahtelik kadar gelişim gösteren başka bir şey yok.
O yüzden, paradokslarla haşır neşir olmadan hayatımıza canlılık katamıyoruz şebnem.
İmkansıza yatırım yapmadan kazanamayız.
Kaybetmedikçe zenginleşemeyiz.
Dirilmek için kendimizden başlayarak her şeyi yok etmemiz gerek.
Vücut bulması için can attığımız şeyi inkar etmek, yok saymak, reddetmek zorundayız.
Doğru, ancak yalanların sürekli desteği sayesinde ayakta durabiliyor.
Kederliysen güleçliği, sevinçliysen somurtuşu kalkan olarak kullanmalısın.
Dostluğa rekabet ve imha; aşka kurallar ve prosedürler eşlik ediyor.
İnsanın ayna karşısında yaşadığı türden önemsiz bir belirsizlik ile satıcılıktan uzak karmaşa dinmiyor.
Sen de benim aklıma uysan, kalbime uysan, belki bu tuhaflıktan büyük heyecanlar çıkarabilirdik.
Ben riskleri yönetemiyorum şebnem. afeti kontrol edemiyorum, krize söz geçiremiyorum.
Sürprizlerin üzücülük arz etmesi sürpriz olmuyor.
Bana öyle geliyor ki, bizlerde olgunluk alametleri gibi yansıyan şeyler, tecrübelerimizdeki alelade acılıktan ileri geliyor.
Delidoluluğun uzantıları gibi algılanabilecek davranışlarımızın da doğallığı su götürür.
Geçerlilik kazanmış riya sisteminin kusursuz işleyişi, ilişkilerimize garantiler getiriyor.
Güvenliği kilitlerde buluyoruz şebnem.
Emniyet ile itimat aynı şey artık.
Ve birine itimat edecek kadar kendine güvenmenin manası yok.
Aşk hiçbir çağda güvenli bir heyecan olmadı. fakat aşk’ın bizi manasızlığa kelepçelemesini, aşağılayıcı bir üslupla imha etmesini göze alamıyoruz.
İnsan kendi aptallığının büyüklüğüyle yüzleşince kahrolmaktan kaçınamıyor.
Artık iltifatlar, ikramlar, nazik teklifler en büyük tehditlere dönüşüyor.
Peygamberin mirası tebessüm, riyanın kırmızı alarmı haline geldi.
dostluğumuz, arkadaşlığımız, tanışıklığımız, tümüyle eğlenceli olmak zorunda.
Her türlüsü ürkütücü olan içtenlik başgösterdiği anda, şakaların opak muşambasına bürünüyoruz.
Birbirimizi oyalamak, kibarlığın yegane yolu oldu.
Saptırılmış ve bir yönetmeliğe uyarlanmış saygının gereği olarak cıvıtmak… ne kader ama.
Kral, en büyük soytarı olmak zorunda.
İnsanlar, yakınlaşmanın yolunu kendilerine acındırmakta ya da muhataplarının kafasına demirle vurmakta arıyorlar çoğu zaman.
Bir de benim gibi, dokunaklı genellemeler yapanlar var.
Şimdi bunları söylüyorum ya, sabah dünyaya, insanlara inanıyor olarak uyanacağım.
Nefertiti’yi [üst kat komşumun kedisi] ve yavrularını görünce, beni bekleyen birtakım vazifeler, insanlık görevleri olduğu fikrine kapılacağım.
Hayatın ölümden, aşk’ın her ikisinden de büyük olduğuna inanacağım.
Ve bu saçmalığı doğuran şartlar, seni benim için dünyanın en değerli insanı kılıyor.
Keşke başka ihtimaller de olsaydı, gerçek hatalar yapabilseydim hiç değilse…
Cehennem, biliyorsun, tüm sorulara aynı cevabın verildiği, azabın kurumsallaştığı, eziyetin otomatikleştiği yerdir.
Ya çok derin acıların ya çok büyük hedeflerin var ya da çok inatçısın şebnem. bunların hepsi ya da herhangi ikisi de olabilir.
Bazı şeylerin anlamı ortaya çıktığında, o şeylerin kendileri çoktan yitmiş oluyor şebnem.
Biz aslında kaybettiklerimiziz.
Kendisi kaybolunca anlamı parlayan şeylerle kuşatılmış durumdayız.
Bu anlam birikintisi, aslında hayatla ilgisi kesilmiş olduğu için anlamsızlığa matuf.
Görüyorsun ya, tüm sözlerim, zavallılığa dönüşmüş bir samimiyetten geriye kalan ve ağıt izlenimi uyandıran gevelemelerden ibaret.
Aslında tüm insanlığı ilgilendiren bunca belirsizlik içinde yalan da önce ihtişamını, sonra da görülebilirliğini kaybetti.
Doğrunun önemi kalmayınca, yalanı ancak kendine söyleyebilirsin. kendini bulabilirsen tabii.
Şebnem çok saçmaladım, bağışla.
İnsanın kalbi darmadağın olunca, kafası da karışıyor.
Mümkünse, söylediklerimi unuturken beni aklından çıkarma.
Huşuyla öpüyorum.
Şebnem, italyan kahvesine batırılmış irlanda çöreğim; çöpten metal kutular toplayan zombi gibiyim.
Şebnem peynirsiz labirentte dönüp duran fare gibiyim.
Şebnem beynim bulaşık teline döndü.
Sana olan duygularımı mesafe, boşluk, bildiğin hiçlik mayalıyor.
Bazı konuları açıklığa kavuşturmak için çenemi tutmam ve birtakım sonuçlar elde etmek için de hiçbir şey yapmamam gerekirdi.
Asmaların başında nöbet tutmak, üzümlerin olgunlaşmasını sağlamıyor.
Saatin akrebinden hız beklememeliyim.
Tüm umudumu hayırlara vesile olan aksaklıklar, 12’den vuran yanlış anlamalar ve sorunları halleden hatalara bağladım.
Dünyada sahtelik kadar gelişim gösteren başka bir şey yok.
O yüzden, paradokslarla haşır neşir olmadan hayatımıza canlılık katamıyoruz şebnem.
İmkansıza yatırım yapmadan kazanamayız.
Kaybetmedikçe zenginleşemeyiz.
Dirilmek için kendimizden başlayarak her şeyi yok etmemiz gerek.
Vücut bulması için can attığımız şeyi inkar etmek, yok saymak, reddetmek zorundayız.
Doğru, ancak yalanların sürekli desteği sayesinde ayakta durabiliyor.
Kederliysen güleçliği, sevinçliysen somurtuşu kalkan olarak kullanmalısın.
Dostluğa rekabet ve imha; aşka kurallar ve prosedürler eşlik ediyor.
İnsanın ayna karşısında yaşadığı türden önemsiz bir belirsizlik ile satıcılıktan uzak karmaşa dinmiyor.
Sen de benim aklıma uysan, kalbime uysan, belki bu tuhaflıktan büyük heyecanlar çıkarabilirdik.
Ben riskleri yönetemiyorum şebnem. afeti kontrol edemiyorum, krize söz geçiremiyorum.
Sürprizlerin üzücülük arz etmesi sürpriz olmuyor.
Bana öyle geliyor ki, bizlerde olgunluk alametleri gibi yansıyan şeyler, tecrübelerimizdeki alelade acılıktan ileri geliyor.
Delidoluluğun uzantıları gibi algılanabilecek davranışlarımızın da doğallığı su götürür.
Geçerlilik kazanmış riya sisteminin kusursuz işleyişi, ilişkilerimize garantiler getiriyor.
Güvenliği kilitlerde buluyoruz şebnem.
Emniyet ile itimat aynı şey artık.
Ve birine itimat edecek kadar kendine güvenmenin manası yok.
Aşk hiçbir çağda güvenli bir heyecan olmadı. fakat aşk’ın bizi manasızlığa kelepçelemesini, aşağılayıcı bir üslupla imha etmesini göze alamıyoruz.
İnsan kendi aptallığının büyüklüğüyle yüzleşince kahrolmaktan kaçınamıyor.
Artık iltifatlar, ikramlar, nazik teklifler en büyük tehditlere dönüşüyor.
Peygamberin mirası tebessüm, riyanın kırmızı alarmı haline geldi.
dostluğumuz, arkadaşlığımız, tanışıklığımız, tümüyle eğlenceli olmak zorunda.
Her türlüsü ürkütücü olan içtenlik başgösterdiği anda, şakaların opak muşambasına bürünüyoruz.
Birbirimizi oyalamak, kibarlığın yegane yolu oldu.
Saptırılmış ve bir yönetmeliğe uyarlanmış saygının gereği olarak cıvıtmak… ne kader ama.
Kral, en büyük soytarı olmak zorunda.
İnsanlar, yakınlaşmanın yolunu kendilerine acındırmakta ya da muhataplarının kafasına demirle vurmakta arıyorlar çoğu zaman.
Bir de benim gibi, dokunaklı genellemeler yapanlar var.
Şimdi bunları söylüyorum ya, sabah dünyaya, insanlara inanıyor olarak uyanacağım.
Nefertiti’yi [üst kat komşumun kedisi] ve yavrularını görünce, beni bekleyen birtakım vazifeler, insanlık görevleri olduğu fikrine kapılacağım.
Hayatın ölümden, aşk’ın her ikisinden de büyük olduğuna inanacağım.
Ve bu saçmalığı doğuran şartlar, seni benim için dünyanın en değerli insanı kılıyor.
Keşke başka ihtimaller de olsaydı, gerçek hatalar yapabilseydim hiç değilse…
Cehennem, biliyorsun, tüm sorulara aynı cevabın verildiği, azabın kurumsallaştığı, eziyetin otomatikleştiği yerdir.
Ya çok derin acıların ya çok büyük hedeflerin var ya da çok inatçısın şebnem. bunların hepsi ya da herhangi ikisi de olabilir.
Bazı şeylerin anlamı ortaya çıktığında, o şeylerin kendileri çoktan yitmiş oluyor şebnem.
Biz aslında kaybettiklerimiziz.
Kendisi kaybolunca anlamı parlayan şeylerle kuşatılmış durumdayız.
Bu anlam birikintisi, aslında hayatla ilgisi kesilmiş olduğu için anlamsızlığa matuf.
Görüyorsun ya, tüm sözlerim, zavallılığa dönüşmüş bir samimiyetten geriye kalan ve ağıt izlenimi uyandıran gevelemelerden ibaret.
Aslında tüm insanlığı ilgilendiren bunca belirsizlik içinde yalan da önce ihtişamını, sonra da görülebilirliğini kaybetti.
Doğrunun önemi kalmayınca, yalanı ancak kendine söyleyebilirsin. kendini bulabilirsen tabii.
Şebnem çok saçmaladım, bağışla.
İnsanın kalbi darmadağın olunca, kafası da karışıyor.
Mümkünse, söylediklerimi unuturken beni aklından çıkarma.
Huşuyla öpüyorum.
Şebnem Şibumi’ye Mektup - II
Aşktan kaçış varsa bile kurtuluş yoktur.
Şebnem, çizgi film kuzusu,
Tütsülenmiş bir bahçede saklambaç oynuyor gibiyiz.
Sensiz bütün tabancalar, fincanlar, odalar boş; sokakların hepsi ıssız, hiçbir gezegende bana hayat yok.
Şebnem, her şeyde senden bir anı aksediyor, senin masumiyet kanıtı parmak izlerinle dolu sanki dünya.
Gelgelelim masumiyet, yaşam belirtilerinin azlığı demektir Şebnem.
Bu gidişle yokluğunun gürültüsünden sağır olacağım.
Eline sihirbaz değneği geçmiş kör gibi.
Arabalar etrafımda keskin frenler yaparak duruyorlar. Beynime sıcak asfalt dökülmüş gibi, hasretin katranı kafatasımdan gövdeme damlıyor.
Şebnem seninleyken içimi padişah gururu kaplıyordu.
Gözlerine bakınca, kanımda gıcır gıcır hançerler, kılıçlar yüzüyordu.
Senin kadife geometrin başımı döndürüyordu.
Bir yandan da karşında kendimi mağaranın girişindeki kütük gibi hissediyordum.
Şimdi uzaya fırlatılan mekikte kilitli kalmış sinekten beterim.
Şebnem, İstanbul, Türkiye, dünya, galaksi, uzay senin olduğun yerde başlıyordu; neredesin?
Sensiz, yolunu kaybetmiş görünmez adam gibiyim.
Aptallığın otobanından dehanın patikasına mı varacağım? İnşallah o yol, iki kişinin yan yana yürüyebileceği kadar geniştir.
Kafamın içinde kocaman bir ağaç ve küçücük bir maymun var. Daldan dala zıplıyor, onu evcilleştiremiyorum.
Bütün şarkılarda senden bahsediliyormuş, onu fark ettim.
Ezelden beri o nazlanan senmişsin.
Saray çatılarında senin için düello yapılmış…
Hani insan bazen gökte yabancı bir cisim görür de gözlerine inanmaz ya, yanındakine “benim gördüğümü sen de görüyor musun?” diye sorar.
Bende seninleyken gözlerime inanamıyordum. Kulaklarıma inanamıyordum. Vücudumdaki hiçbir hücreye inanamıyordum.
Kimseye soramıyordum da “benim gördüğümü sende görüyor musun?” diye…
Seni unutma fikri bile, sana kavuşma umuduna bağlanıyor içimde
Senden kaçış varsa bile kurtuluş yok Şebnem.
Artık, su olsam sana doğru akarım, uçak olsam sana doğru uçarım, erik olsam sana doğru yuvarlanırım…
Bizi ancak aynı banyoda yıkanmak paklar Şebnem.
Yüreğin derinliklerinden yükselen sesler, kulakta sapıkça bir şey gibi tınlıyor farkındayım.
Öpüyorum gözkapaklarını, dizkapaklarını, kalp kapakçıklarını.
Şebnem Şibumi’ye Mektup - I
Alevleri görmezden gelerek yangını söndüremeyiz
Şebnem, susamlı akide şekerim, saraya sızmış lunapark balerinim; ilk hamleyi suçlular yapar.
Yani ben.
Paso ilklere imza atıyorum.
İnsan otuz yıl yaşayınca, dünyanın üç günlük olduğunu anlamaya başlıyor.
Bir yandan da peccatophobia’ya [günah işleme korkusu] kapılıyorum galiba.
Anlamı, ağırlığı olan her şey otomatikman senin safına geçiyor Şebnem.
Saçma ve boşuna olan ne varsa benim yöreme birikiyor.
Uygarlık bize milyon çeşit yasakla sağlanmış bir düzen hediye etti.
Sanırım, en temel dertlerimizin, varlığımızın özünü teşkil eden trajedinin yatıştırması konusunda kimseye güvenmemeyi öğrendik.
Eğer bir hedefin yoksa, kulağın rahat olur. Kaybedecek bir şeyin yoksa, kaybolmak seni bozmaz.
Yenileceğinden eminsen, rakibini ciddiye alman gerekmez.
Şu anda Tomaso Albinoni’nin [1671-1750] Adagio’sunu dinliyorum.
Notalar daima harflerden daha anlamlı, daha etkileyicidir.
Melodiler, kelimelere beş çeker. Sekoya ağacının kabuğu ateş geçirmezmiş: Sekoya ormanında yangınlar, ağaçların içinde olup bitermiş.
Şebnem, alevleri görmezden gelerek yangını söndüremeyiz.
Şebnem uzaya baharın gelmesi, seni bulmama bağlı.
Şebnem kalbimden senin kalbine balyozla bin pencere açayım.
Şebnem her gülümseyişinde tüm ülkeye çay ısmarlayayım.
Şebnem seninleyken bir yudum çay zenginleştirilmiş uranyum gibi enerji veriyor bana.
Şebnem ne çok melek var yüzünde, tebessümün için binlercesi çalışıyor olmalı.
18. ve 19. yüzyıllarda, ingiltere’deki şapka fabrikalarında çalışan insanların yüzde 10’u delirerek ölmüş: Keçe işlemekte kullanılan cıvanın yan etkileri…
Şebnem, üzerinde şapkalar yüzen bir cıva nehrine ayaklarımı sarkıtmış vaziyetteyim.
Şebnem niye böyle? Aşkın, patlayan bir okyanusun tozları gibi saçılıyor.
Şebnem bulutlara kement atayım, ne kadar istersen onca yağmur ayarlayayım.
Şebnem kediler geliyor apartman boşluğuna, doğrudan bana miyavlıyorlar, sanki senden bahsediyorlar, dikkatle bakıyorum.
Şebnem zarflar açıyorum, faturalar çıkıyor içinden. Sanki senden bir haber gelecek, senin el yazın, imzan olacak…
Öyle saçma, küçücük, tülbent boncuğu gibi umutlar pıt pıt içimde beliriyor.
Şebnem uçaklar geçiyor. Uçakları sanki sen kullanıyorsun.
Her şeyde sana dair bir ipucu, bir işaret seziyorum.
Hayat çok tuhaf Şebnem: Paraşüt, uçaktan yüz yıl önce, 1783’te icat edilmiş.
Şebnem içimde, kum saatindeki toz şeker gibi senin sevgin birikiyor. Milletçe öteden, varlığın başımı döndürüyor.
Tessenjitsu adlı Japon dövüş tekniği, sadece yelpaze kullanarak adam öldürmeye dayalıymış.
Zarafetin aksesuarı, cinayetin aracı olabiliyor.
Şebnem her zorluğun içindeki kolaylığı, kara üzümün iri çekirdekleri gibi bulup çıkarabiliriz.
Dilim uyuştu Şebnem, parmaklarım yazmaktan oksitlendi. Laf uzadıkça anlam geriler. Sözlerde o acı yalan tadı belirir.
Şebnem imparatorluk gibisin, dünyayı özelleştiriyorsun. Kalbim jelatini i yoyo gibi zıplamaya başlıyor sesini işitince.
Cehennemde teçhizatsız kalakalmış itfaiyeci gibiyim.
Tamam abartmayayım, tozutmayayım, uslu çocuk olayım. İrmik helvasının üzerinde uçan kelebek gibi toz olayım.
Beni kınama yeter ki, huylarımı değiştiririm. Bir robot kadar iffetli, güvercin kadar ılımlı olurum.
Şebnem ballanmış ilkbahar gibisin.
Leylaklarla dolu bir akvaryum, akasyalardan süzülen ikindi ışığından yapılmış gibisin.
İğde yumuşaklığı, iğde esansı, iğde reformistliği var sende. Üzerinde nar, kiraz, mandalina ve zeytinler yetişen bir ağacın mucizesini üstlenmişsin.
Benim payıma paylaşılamayan şeyler düştü galiba?
Beni mahveden hatalarım hangileriydi, emin olamıyorum.
Gerçek bela, devrim niteliğindeki bahtsızlık, büyük noksan neydi hayatımdaki?
Bunlar ve benzeri belirsizlikler insanı sersemletiyor.
Yanlış anlamaların mikrodalga fırınında ısıtılmış ve çabucak bayatlayan umut kırıntılarıyla besleniyorum.
Zehirlenmeye bile yetmeyecek porsiyonlarla.
Çölde seraplar gören bir şempanze gibiyim.
Tımarhanede esir edilmiş felçli bir dilsiz kadar gerginim.
Pekala… Ciddiye alınmak için mızıkçılığa başvurma taktiğini kenara bırakayım.
Sonuçları nedenlerin önüne almayayım. Methiyeden şantaja geçmeyeyim. Vahşetim teröre dönüşmesin.
Papatyaları harf olarak kullanayım.
Çağın gerisinde kalmayayım.
İlk romanı 1007 yılında Murasaki Shikibu adlı Japon soylusu bir kadın yazmış; kitabın adı Genji’nin Hikayesi.
Romancılar bin senedir çalışıyor; bin yıla kalmaz seni anlatabilecek seviyeye ulaşırlar.
İnsanı cazibe hareket ettirir, mucize de durdurur.
Sözlerim sana karmaşık mı geliyor? Birinin beni anlaması için yanımda elli yıl geçirmesi gerek Şebnem.
Keşke, içimizdeki bitki örtüsünü çürümeye terk etmek zorunda olmasak.
Kendimizi emanet edebileceğimiz kişiyi bulana kadar canımız çıkmasa.
Benzer şeyler arasında fark gözetme lüksüne sahip değiliz.
O kadar zekisin ki Şebnem, benim kurnazlığım senin dehanın yanında sağır bir devede kulak.
Belki dileklerim gerçekleşmese de iyi bir insan olurum?
Sanırım cehenneme gerçekten uğrayacağım, fakat cennete yakın bir bölgesine.
Şişko bir şeytanın, çelimsiz bir meleği göğsümün kafesinde patakladığını hissediyorum…
Dişlerini, çillerini tek tek öpüyorum.
Şebnem, susamlı akide şekerim, saraya sızmış lunapark balerinim; ilk hamleyi suçlular yapar.
Yani ben.
Paso ilklere imza atıyorum.
İnsan otuz yıl yaşayınca, dünyanın üç günlük olduğunu anlamaya başlıyor.
Bir yandan da peccatophobia’ya [günah işleme korkusu] kapılıyorum galiba.
Anlamı, ağırlığı olan her şey otomatikman senin safına geçiyor Şebnem.
Saçma ve boşuna olan ne varsa benim yöreme birikiyor.
Uygarlık bize milyon çeşit yasakla sağlanmış bir düzen hediye etti.
Sanırım, en temel dertlerimizin, varlığımızın özünü teşkil eden trajedinin yatıştırması konusunda kimseye güvenmemeyi öğrendik.
Eğer bir hedefin yoksa, kulağın rahat olur. Kaybedecek bir şeyin yoksa, kaybolmak seni bozmaz.
Yenileceğinden eminsen, rakibini ciddiye alman gerekmez.
Şu anda Tomaso Albinoni’nin [1671-1750] Adagio’sunu dinliyorum.
Notalar daima harflerden daha anlamlı, daha etkileyicidir.
Melodiler, kelimelere beş çeker. Sekoya ağacının kabuğu ateş geçirmezmiş: Sekoya ormanında yangınlar, ağaçların içinde olup bitermiş.
Şebnem, alevleri görmezden gelerek yangını söndüremeyiz.
Şebnem uzaya baharın gelmesi, seni bulmama bağlı.
Şebnem kalbimden senin kalbine balyozla bin pencere açayım.
Şebnem her gülümseyişinde tüm ülkeye çay ısmarlayayım.
Şebnem seninleyken bir yudum çay zenginleştirilmiş uranyum gibi enerji veriyor bana.
Şebnem ne çok melek var yüzünde, tebessümün için binlercesi çalışıyor olmalı.
18. ve 19. yüzyıllarda, ingiltere’deki şapka fabrikalarında çalışan insanların yüzde 10’u delirerek ölmüş: Keçe işlemekte kullanılan cıvanın yan etkileri…
Şebnem, üzerinde şapkalar yüzen bir cıva nehrine ayaklarımı sarkıtmış vaziyetteyim.
Şebnem niye böyle? Aşkın, patlayan bir okyanusun tozları gibi saçılıyor.
Şebnem bulutlara kement atayım, ne kadar istersen onca yağmur ayarlayayım.
Şebnem kediler geliyor apartman boşluğuna, doğrudan bana miyavlıyorlar, sanki senden bahsediyorlar, dikkatle bakıyorum.
Şebnem zarflar açıyorum, faturalar çıkıyor içinden. Sanki senden bir haber gelecek, senin el yazın, imzan olacak…
Öyle saçma, küçücük, tülbent boncuğu gibi umutlar pıt pıt içimde beliriyor.
Şebnem uçaklar geçiyor. Uçakları sanki sen kullanıyorsun.
Her şeyde sana dair bir ipucu, bir işaret seziyorum.
Hayat çok tuhaf Şebnem: Paraşüt, uçaktan yüz yıl önce, 1783’te icat edilmiş.
Şebnem içimde, kum saatindeki toz şeker gibi senin sevgin birikiyor. Milletçe öteden, varlığın başımı döndürüyor.
Tessenjitsu adlı Japon dövüş tekniği, sadece yelpaze kullanarak adam öldürmeye dayalıymış.
Zarafetin aksesuarı, cinayetin aracı olabiliyor.
Şebnem her zorluğun içindeki kolaylığı, kara üzümün iri çekirdekleri gibi bulup çıkarabiliriz.
Dilim uyuştu Şebnem, parmaklarım yazmaktan oksitlendi. Laf uzadıkça anlam geriler. Sözlerde o acı yalan tadı belirir.
Şebnem imparatorluk gibisin, dünyayı özelleştiriyorsun. Kalbim jelatini i yoyo gibi zıplamaya başlıyor sesini işitince.
Cehennemde teçhizatsız kalakalmış itfaiyeci gibiyim.
Tamam abartmayayım, tozutmayayım, uslu çocuk olayım. İrmik helvasının üzerinde uçan kelebek gibi toz olayım.
Beni kınama yeter ki, huylarımı değiştiririm. Bir robot kadar iffetli, güvercin kadar ılımlı olurum.
Şebnem ballanmış ilkbahar gibisin.
Leylaklarla dolu bir akvaryum, akasyalardan süzülen ikindi ışığından yapılmış gibisin.
İğde yumuşaklığı, iğde esansı, iğde reformistliği var sende. Üzerinde nar, kiraz, mandalina ve zeytinler yetişen bir ağacın mucizesini üstlenmişsin.
Benim payıma paylaşılamayan şeyler düştü galiba?
Beni mahveden hatalarım hangileriydi, emin olamıyorum.
Gerçek bela, devrim niteliğindeki bahtsızlık, büyük noksan neydi hayatımdaki?
Bunlar ve benzeri belirsizlikler insanı sersemletiyor.
Yanlış anlamaların mikrodalga fırınında ısıtılmış ve çabucak bayatlayan umut kırıntılarıyla besleniyorum.
Zehirlenmeye bile yetmeyecek porsiyonlarla.
Çölde seraplar gören bir şempanze gibiyim.
Tımarhanede esir edilmiş felçli bir dilsiz kadar gerginim.
Pekala… Ciddiye alınmak için mızıkçılığa başvurma taktiğini kenara bırakayım.
Sonuçları nedenlerin önüne almayayım. Methiyeden şantaja geçmeyeyim. Vahşetim teröre dönüşmesin.
Papatyaları harf olarak kullanayım.
Çağın gerisinde kalmayayım.
İlk romanı 1007 yılında Murasaki Shikibu adlı Japon soylusu bir kadın yazmış; kitabın adı Genji’nin Hikayesi.
Romancılar bin senedir çalışıyor; bin yıla kalmaz seni anlatabilecek seviyeye ulaşırlar.
İnsanı cazibe hareket ettirir, mucize de durdurur.
Sözlerim sana karmaşık mı geliyor? Birinin beni anlaması için yanımda elli yıl geçirmesi gerek Şebnem.
Keşke, içimizdeki bitki örtüsünü çürümeye terk etmek zorunda olmasak.
Kendimizi emanet edebileceğimiz kişiyi bulana kadar canımız çıkmasa.
Benzer şeyler arasında fark gözetme lüksüne sahip değiliz.
O kadar zekisin ki Şebnem, benim kurnazlığım senin dehanın yanında sağır bir devede kulak.
Belki dileklerim gerçekleşmese de iyi bir insan olurum?
Sanırım cehenneme gerçekten uğrayacağım, fakat cennete yakın bir bölgesine.
Şişko bir şeytanın, çelimsiz bir meleği göğsümün kafesinde patakladığını hissediyorum…
Dişlerini, çillerini tek tek öpüyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)